İnsan duyuları “dış”a yöneliktir çünkü insan dış’a bağımlıdır, dış’tan alır, dış’tan sakınır; varoluş temelde dış ile ilişkidir. Tarih boyunca insan anlatıları ve insanın kendine dair düşünceleri bu ilgiyle dış’la mücadele ve kendini dış’a uyarlama düzeyindedir. Dış’tan alma ve dış’tan sakınmada önemli olanın hep bilgi, fikir, güdülenme ilgileriyle şekillendiğini de dini, edebi, felsefi yapıtlardan iz sürmek mümkün. Bütün bu kadim metinlerde insan bedensel bir var oluş üzerinden değil de tinsel bir var oluş olarak kavranmıştır. Beden adeta tine yük gibidir. İnsan kendisi ile içinde bulunduğu doğa arasındaki yakın ilişkiyi ve benzerliği beden üzerinden gözleyebiliyordu. Kendisini doğadan ayrı tutabilmek için de “beden olmayan” üzerinden yani tinden konuşmak durumunda kalmıştır. İnsan, gözün sağladığı teori (teoria) nedeniyle kendisine bir ayrıcalık atfetme gereği gördü çünkü doğadaki hayvanlardan belli mertebede farklı olduğu açıktı. O halde onlarla ortaklıklardan ayrı bir düzeyde yükselmiş bir mahluktu insan. Kelimenin tam anlamıyla mahluktu çünkü mahluk bir Halik tarafından “yapılmış” bir varlıktır. Her varlığın bir yaratan’ı olduğuna göre insanı yaratan da Halik idi. İnsanın kendi kendini yaratması çok geliştirilmiş bir düşünce. “Yapılmış” bir varlığın kaderi de yapan tarafından “yazılmış”tı, tüm dinsel düşüncenin aslı esası bu anlayışa dayanır. Dua bu bakımdan açıklanmalıdır, “yaratan”ın yazı’yı da “yazacağı” beklenir. Şu durumda mahluk, Halik’ine yalvarmak zorundadır kendi “iyi”liği için.
Dil, bedeni ve bedenin dışındaki varlıkları ve oluşları imge olarak onlardan koparıp alıyor, yeni imgeler yaratabiliyor
Bedenle ilişkimize gelince, ancak acıdığında umrumuzun alanına girmiştir hep. Onu özel olarak düşünmediğimizde mevcudiyetine dair bir algımız yoktur. Duyular bedene yapışıktır ama sanki onun dışındaymış gibi de algılanır: “Ne kadar çok düşünürsem o kadar az kendim oluyorum; ne kadar az düşünür ve az harekete geçersem de o kadar çok kendim oluyorum.” (M.Serres, 2023: 116). Düşün ile bedensellik apayrı alanlar gibi görünüyor bize. “Kendi olmak” hep düşüncenin üzerinden yürüyormuş gibi, oysa Serres’in dikkat çektiği gibi gerçek hazlar hep düşüncenin askıya alındığı anlarda su üstüne çıkıyor. Sevinç, neşe, sevgi, aşk… gibi tüm duygular düşüncenin en az olduğu (yahut olmadığı) anlarda değil mi? Serres’e göre “Kültür, medeniyet, bilgelik, güzellik, hatta düşünce bile kendini bırakmakla başlamıştır: gevşeyen, merkezden kaçan bir kol hareketiyle.” (s. 30) Bundan dolayı da gündelik yaşma dair bir etik öneri olarak alabileceğimiz öneriyi dile getirir: “Etkin, hevesli, cesur, dinamik, istekli ve her şeyden önemlisi fazlasıyla arzulayarak başlayın. Aksi takdirde hayvan hâlinin başka bir biçimi olan edilgenlik yüceltilir. Yukarı çıkmak öncelikle ele geçirmek, istemek, terlemek, kendini tamamen vermek; zirveye ulaşınca kaybolmak, uçmak, ayrılmak, kendinden çıkmak… İşte zamanın doğru akışı budur.” (s. 30). İnsanın bedenselliği ile “varoluşunu” Michal Ajvaz’ın Altın Çağ[1] adlı romanı, kelimelerin dünyasının dışında kalanları “kayıp hazine” olarak ifade eder. Kendi yazma sebebini de bununla ilişkilendirir: “Kelimelerin, ışıklarının kayıp hazinelerin, hafızadan saklanan o hazinelerin üzerinde parlayabileceği tek bir an uğuruna isteklerimize her zaman itaat etmeyişinin, bilinmeyen topraklardan davetsizce çıkagelip kafamızı karıştırmalarının sebebi neyse ben de o sebepten yazıyorum.” (Ajvaz, 2020: 10).
Sıradan algı bedenimizin içindeymişiz gibi yaşatır bizi. Aklımız bedenimizin üzerinde ve dışında bir şeymiş gibidir. Temel bir yabancılaşma hali bu. Oysa bedenlikten ibaretiz. Peki bu “yanılsama” nereden kaynaklanır, kaçınılmaz mıdır? Serres’in yukarıdaki vurgusuna bakarsak, evet. Bu “ayrılık” hali sanırım dille birlikte kuruluyor. Dil, bedeni ve bedenin dışındaki varlıkları ve oluşları imge olarak onlardan koparıp alıyor, yeni imgeler yaratabiliyor, kolaj yapabiliyor ve bu imkanlarla mevcut imgeleri manipüle edebiliyor. Zihin epistemolojilerinin labirentlerinde kaybolmak yerine beden ontolojisini duyarlılıkla odağına alan bir roman olarak Altın Çağ bunun farkındadır: “İsimler şeylerin özellikleriyle doluydu fakat aynı zamanda bu şeyleri etkileyebiliyor ve onları değiştirebiliyorlardı da. Bu diyalogun içerisinde isimler de şeyler de olgunlaşıyor, değişim geçiriyor ve yok oluyordu.” (Ajvaz, 2020: 18). Bu durum, insanı gerçeklikten koparabilir haliyle. İnsanın ayakları yerden kesilir tamamen kurmaca bir evrende dolanıp durabilir zihin. Böyle bir vakayı nasıl gerçekliğe döndürebiliriz? Dış’taki dünyayla, çare yok başka. Michel Serres, “Taklit edilemez dünya, hareketler ve eylemler dayatır, bunların uygunluğuna karar verir.” (2023: 16) diyor. Biz dünyadan ne kadar kopmaya çalışsak da bedenimiz bizi bağlar. Düşlerimizde kanatlanıp uçabilsek de dünya bize haddimizi (sınır) bildirir. Her ne kadar dille, kelimelerle oynasa da zihin şiir yazamaz yine de; şiiri de beden yazar. Zihin ancak beden merkezli olarak kurulmuştur, başka türlü konumlanamaz dünyaya çünkü. Bugün nörobilim bulguluyor ki tüm zihin harekete duyarlı olarak kurulur, hareket edense bedendir; bedenle ilişkisi yön verir zihne. Sağım solum, aşağım yukarım hep bedenindir. Zihin asla bedenden ayrı bir varoluş kuramaz, kendini kurgular sadece.
Michel Serres Fransa’nın tanınmış düşünürlerinden biri ancak Türkiye’de pek bilinen ve okunan biri değil, Dağ ve Filozof Beden Varyasyonları[2] insan bedenselliğinin enginliğini ve derinliğini ele alan bir deneme kitabı. Düşünce zenginliği bakımından yepyeni ufuklar sunmakla birlikte sanatlı dilinin okuyanı duraksattığına kuşku yok. Dağ ve Filozof’ta Serres, insan bedeninin potansiyelini araştırmaya koyuluyor. Bu potansiyelleri bilginlerden, filozoflardan öğrenme imkanı bulamamış kendisi: “Masa başı çalışan hiçbir öğretmen bana hayattaki tek değerli şeyi, yani üretken çalışmayı öğretmedi. Ama jimnastik öğretmenlerim, koçlarım ve sonrasında rehberlerin üretken çalışmanın koşullarını kaslarıma ve kemiklerime doldurdular. Bedenin neler yapabileceğini ancak onlar öğretebilir.” (s. 38). Serres, yazmak gibi entelektüel bir uğraş için bile bu eğitmenlere başvurmayı öneriyor. Çünkü gerekli konsantrasyon, cesaret, sabır ve stres yönetimini en kolayca böyle kazanabilir kişi: “Manastırvari kurallara, planlı zaman kullanımına uymadan üst düzey bir atlet gibi üretemezsiniz: Bunlar olmadan beden ritmine tabi bir yaşamınız, sağlıklı uyku düzeniniz, ilaçsız diyetiniz olmaz.” (s. 38). Sağlam bir kafanın sağlam bir bedende olabileceği söylenir çünkü insan potansiyeli dediğimiz şey bir beden bütünlüğüne ait zihinsellikle tanımlanır. Beden bir mekana, bir toplumsallığa ve tüm zamanlara bizim yerleşme biçimimizdir. Pallasma, “tenin gözleri vardır” diyordu. Barbara Tversky, Hareket Halindeki Zihin adlı kitabında insan zihninin ve dilinin oluşumu ve gelişimine dair düşüncelerini ortaya koyarken farklı coğrafyalardaki yaban topluluklarının dil ve düşünme tarzlarını inceler. Bu incelemeler gösterir ki tüm mekansal varoluş beden merkezli olarak inşa edilir, dil de zihin de mekansallığa katılımla ilgilidir. Serres şunları ekliyor: “Hangi faaliyete dahil olursanız olun beden sezginin, belleğin, bilmenin, çalışmanın ve hepsinden önemlisi icadın aracı olarak kalır. Mekanik bir süreç idrakin herhangi bir işleminin yerini alabilse de asla beden eylemlerinin yerini alamaz. Entelektüel bir alışverişte hiç kimse bana jimnastik eğitmenimin yaptığı gibi yardım etmedi.” (s. 39). Bu bakımdan çocukların spor, oyun ve ritmik sanatlarla meşgul olması her şeyden daha çok önem kazanır. Özellikle de takım sporları, bedensel sezginin getirdiği uyumun nasıl bir “yükseliş”i getirdiğini gösterir; bedenlerin birlikteliği olağandışı bir güç ve uyumu her bir bedene kazır. Bu “yükseliş”i yalnızca insan bedenselliğinde gözlemlemeyiz; kuşların, balıkların ve daha birçok hayvan sürüsünün ortak bedensellikle hayata tutunuşunu izleriz. La Fontaine’in fabllarından biri, “Odyseus’un Arkadaşarı” adını taşır. Bu fablda kazayla düşülen bir adada Tanrıça Kirke, Odyseus’un arkadaşlarını hayvana dönüştürür. Odyseus onlara isterlerse büyüyü bozabileceklerini ve yeniden insana dönüşeceklerini söyler ama onlar bunu kabul etmez. Yeni bedenleri yani hayvan oluş onlara daha haz verici gelmiştir ve bu insan oluştan yani “akıl merkezlilikten” daha iyidir beden merkezli yaşamak. Dış’ın şiddetine karşı tekil bedenlerden tümbedensel bir varoluşa yükseliriz ki bu, tüm düşünmelerin dışında bir hazla tekillere döner. Dinlerin bireysel bedenleşmeye sınır koyup toplu ayinlere yönelmesi bu açıdan değerlendirilebilir. Beden günahkârlığın açık alanı kabul edilirken ayinlerdeki esrime yüceltimi bu ilgide olmalıdır. Serres, bedenin zihni hayrete düşürecek pek çok şeyi yapabileceğini söylüyor (s. 56).
Bedenin anlama potansiyeli ile ilgili müthiş sayfalar olduğunu düşündüğüm satırları yorumsuz şekilde paylaşmayı uygun buluyorum:
Sırasıyla: Almak, Öğrenmek, Anlamak[3]
“Bizim gibi o [yanardağ] da dünyevi şeyler üzerine ‘yazar’: bu onun fırçasıdır.”
Öğrenme süreciyle ilgili kabul gören teoriler nesnelci, inşacı, işbirlikçi, bilişsel ve sosyokültürel modeller şeklinde birbirinden ayrılır. Bu modeller sırasıyla bütün eğitimden bağımsız nesnel bir bilgiye inanmaya; öğrenciyi bu bilginin verilmemiş inşasına katmaya; ortak çalışma için bir birliğe ihtiyaç duy-maya; öğrencilerin kabiliyetlerini veya kültürel aidiyetlerini değerlendirmeye bağlı olarak şekillenir. Kişinin anlamadığı şeyi öğrenemeyeceği dogması uyarınca bu sistemlerin hepsinde de öğrenme, öğretilenin net bir şekilde kavranmasını şart koşar. Edinilen tüm bilgiler bir açıklama getirir.
Bu mantıkla işleyen bu aptallığın hüküm sürdüğü tüm ülkelerde eğitimin büyük başarısızlıklar doğurduğu bilgisi dışında pek de bir şey bilmeyiz. Öğrendiğim her şeyi öğrendiğim anda anlamam gerekseydi toplama işleminde, tekil ve çoğulluk kavramlarında uzmanlaşamazdım, üstüne üstlük ailemin evinin karşısındaki nehirlerin birleştiğini anlayamazdım. İlkokulda öğrendiğimiz sayı kavramı aslen ne anlama gelir? Ne kadar basit olursa olsun bu kavramın hâlen en iyi matematikçilere bile kafayı yedirten pek çok zorluğu vardır. Aslında uzmanlaştığımız alanlardan çok daha fazla bilgi öğrenip kötü açıklanan şeyleri de bir o kadar kötü anlarız. Bellek kendisine kalan bilgi yığınının sorumluluğunu alır ve bedendeki ne olduğu belirsiz bir birim onu uzun bir süre sindirir. Altı yaşında ezbere öğrendiklerimi kırk yaşımda ancak anladım; eğer anlamadan öğrenmeseydim yani dersi olduğu gibi almasaydım hiçbir şey anlamayacaktım. Kibirli bir tutumla açıklığa aşırı değer vermek Aydınlanma Çağından ve karanlığı kovmak isteyen bir akılcılıktan mı geliyor acaba? Dışlama hareketi bizi bir alışkanlık gibi kavrar. Açıklamada şeffaf olmaya müthiş saygı duysam da akılda kalıcılığı engellemeyen bulanıklıktan da durmadan öğrendiğimizi görüyorum. Işıklar kadar gölgeyi de emeriz. Kısaca bilgi bu ışık ve gölge oyununun sınırlarında devamlı bir çabayla sıkıca tutunur. Bilmediğimizi de bildiğimizi de nadiren biliriz: Zekânın en büyük iki marifeti neyi bilmediğimizi genelde bilmesi ve bildiklerimizi çok az bilmesidir. Newton’un elma bahçesinde ya da Descartes’in sobayla ısınan odasında aniden gelen aydınlanmalar kadar nadir olan berrak bir fikre gereğinden fazla değer veririz. Çocuklarımızı bu iki dâhi yerine koyarak onların yaratıcı yaşamlarında yaşadıkları iki ayrıcalıklı ândan yola çıkarak yetiştiririz. Sizce eğitimin başarısız olması şaşırtıcı mı? Gecenin son izleri ağaran günle karıştığında alçakgönüllülük şafağın sabrını korumayı öğütler. Bilgi öğlen başlamaz.
Bu ışık ve gölge karışımının asıl öznesi olan beden hatırlar ve unutur, inandığından daha fazlasını ya da daha azını yapabilir, bildiğinden daha iyisini ya da daha kötüsünü yapabilir. Hem bilmez hem de bilir; bir kara kutu gibi bazen kısmen açılır. O zaman ne mutlu ki birçok şeyi ezbere öğrendim, özellikle insanların, beynin algılamadan da öğrendiğini gösterdikleri o harika ifade yok mu! Bedenim onu çiğneyip haberim olmadan kendine özgü bir hâle getirdi. Kaç kez “Demek ‘Kurt ve Kuzu’ ya da Cauchy’nin teoremi bu demekti!” diye haykırarak uyandım! Yirmi yıl sonra nihayet anladım. Özetle, kavramak öğrenme sırasında verilen açıklamaya çok da bağlı değildir; değişir, evrim geçirir, kaybolur, geri gelir, ölür veya çiçek açar. Bu, açık akıl ile eğitimin çifte mükemmelliği olan matematik için bile geçerlidir: Almak, öğrenmek, anlamak; işte bilgi edinme bu sırayla gerçekleşir. Bunu ters yüz edecek olursanız takılıp kalırsınız. Çünkü açıklık ilk sayılardan sonsuz bir gölge veya sonsuz bir derinlik yaratır. Çıkın, koşun; inanç sizi bulacak, beden her şeyi çözecek. Bilgi bedenin içine batarak yeniden doğar. Gölgede gizlenen beden simüle edileni yavaşça özümser.[4]
[1] Michal Ajvaz (2020). Altın Çağ, Çeviren: Sevda Deniz Karali, Çınar Yayınları.
[2] Michel Serres (2023). Dağ ve Filozof Beden Varyasyonları, Çeviren: Zeynep Hayal Erdoğan, Fol Kitap.
[3] Prendre, apprendre, comprendre; üç kafiyeli sözcüğün kökünde ‘almak’ (prendre) fiili var.(Cev.)
[4] Michel Serres, Dağ ve Filozof: Beden Varyasyonları (s. 74-76)