e
sv

Dinsel Yabancılaşma

635 Okunma — 29 Ağustos 2023 14:17
Arif ARSLAN
Yabancılaşma için insani potansiyellerin heba edilmesi dediğimize göre, bu heba nedenlerinden biri de dinsel yabancılaşmadır. Yabancılaşma tek başına bir nedene bağlı olarak işlemez, birçok etkenin sonucu olarak ortaya çıkar.

“Cin yalanlarıyla cinsel istismar: Kayseri’nin Develi ilçesindeki Sivas-ı Hatun Camii imamı Orhan Köşker, ‘cin çıkarma’ bahanesiyle onlarca kadın ve çocuğa istismarda bulunmaktan suçlanıyor. Orhan Köşker istismar gerekçesiyle tutuklandı. Cinsel istismara uğrayan çocukların ebeveynleri, imamın yakınları tarafından şikayetten vazgeçmeleri için baskı gördüklerini söylediler. Şimdiye kadar on sekiz kişi şikayetçi oldu. Yakınlardan biri ‘şifa bulmak’ için başvuranları ‘sana cin musallat olmuş’ diyerek sözde tedavi ettiğini söyledi. Birçok mağdurun ‘Davacı olursak cinlerini bize musallat eder’ diyerek suç duyurusunda bulunmaktan korktuğu söylendi.” (Kaynak: Birgün gazetesi, 09.07.2023).

Yukarıdaki habere konu olan imam Orhan Köşker’in bu etkiyi nasıl sağladığını incelemek gerekiyor. Köşker daha önce çalıştığı caminin restorasyonu sırasında bulunan 1111 taneli tespihle cami cemaatine “şifa” dağıttığı iddiasıyla gazetelere haber olmuş. Ulusal basında, “rahmete vesile olduğu ve sıkıntılı zamanlarda çekildiği” yorumlarıyla verilen fotoğraflı haberler, Köşker’i bazı şifa arayanların ilgi odağı haline getirmiş.   Yukarıdaki gazete haberinde yer verilen olaya baktığımızda ortaya çıkan sonucu üreten bazı alt yapılar var:

(1) Cami restore edilirken sıra dışı bir niteliği olan tespih bulunuyor. 1111 taşı bulunan bu tespihi cami imamı Orhan, kutsal bir atıfla kullanıma sunarak “şifa” dağıtmaya başlar.

(2) Sağlık sorunlarının gerçek nedenleri hakkında bilgi sahibi olmayan insanlar içinde bulundukları acizlikleri kolayca aşmak için tespihin dağıttığı “şifa”dan yararlanmak isteyerek imama gider. İmam bulunduğu konumun avantajını kişisel yarara çevirir. Özellikle gelen genç kadınları istismar eder. Şifa bulmaya giden bu insanların hastalıklarla ve tedavileriyle ilgili bilgileri yetersizdir. Onlara göre dünyada olup biten her şey yüce bir kudretin isteğine bağlı olarak işler. Şu halde arıza durumunda ona başvurulursa onun isteğini harekete geçirip çözme mümkündür. Burada tespih simgesel bir nesnedir çünkü yüce kudrete belli simgesel araçlarla ulaşılabilir ancak. Bu anlayışta kutsallık her daim belli simgesel nesne ya da olaylar üzerinden göstermektedir.

(3) İnsan evrenin sonsuzluğu karşısında bilgisiz ve güçsüzdür. Evrenin akıl almaz büyüklüğü ve karmaşıklığı söz konusudur. Buna karşılık insan hayatı çok sıradan olduğu kadar sıra dışıdır da. Böcekler, solucanlar düzeyinde basit değildir, insana bahşedilmiş özel bir yer vardır; bu yüzden insan eşrefimahluk olarak anılır. Mademki Allah insanı özel bir yere koymuş, insan da bunun karşılığı olarak ona kulluk yapmalıdır. Özellikle de ölüm bilinci insanı ürküntü içinde bırakır, bu ürküntü nedeniyle insan sığınacak bir güven arar; bu arayışın bulduğu yanıt Allah’tır. Bir doğa varlığı olarak insan, doğada kendine bir din kültürü yaratmıştır. Nesilden nesle aktarılarak yeni biçimler alan dinsel mitler, kendini sürdürecek yollar bulabilmiştir. Bir doğa varlığı olarak insanın kalkış yaptığı nokta elbette doğadır ancak insan kendi kültürünü yaratarak yaşama tutunmanın yollarını bulmuştur; kültür aslında insanın hayatta kalma ilkeleri üzerinden şekillenmiş tüm etkinliklerdir. Doğa kaynaklı bu kültürün içerisinde bilinmezliklerden doğan gizimler de üretilir. Sorunlarla karşılaşıldığında çaresizliğin başvurduğu yerlerden biri de bu gizemler olmaktadır. Acizliğin getirdiği muhtaçlık dolayısıyla kolay çözüm en arzulanandır. Sihir beklentisi, zamanın ve mekanın kısalması beklentisidir. Bu yüzden “el çabukluğu marifet” aldanmaları kolay olur.

(4) Toplumun İmam Orhan’dan bağımsız olarak imamlık kurumuna karşı, inanca dayalı bir güven atfının olması, mağdurları ikna ettiğinden birçok genç kadın İmam Orhan’ın tuzağına düşmemiş olurdu. Şu halde muhatapların aldatılma ve istismara uğramasında dini-ahlaki kabullerin yanında toplumsalın etkisi belirgindir.

(5) İmam Orhan’a başvurulma nedeni çoğunlukla “cin çıkarma” amaçlıdır. Kutsal kitap Kuran’da Cin suresinin olması, cinlerin varlığına dair tereddütsüz bir kabulü getirmektedir. Kabule göre cin diye bir şey binlerce yıldır “vardır” ve insanlara musallat olmaktadır. Cinlerin musallat olması, sağlık sorunu olarak ortaya çıkar ve dini bir müdahale olmadan çıkmaz. Şu halde bu müdahaleyi, bu işlerde uzmanlaşmış, dini bilgisi olan biri yapabilir. İşte İmam Orhan bu noktada devreye girer. Bu konuda özel bir uzmanlaşma yahut simgesel araca sahip olmayanlar cin çıkarma işini beceremezler. Burada bilginin tüm toplumlarda merkezi bir önemde yeri olduğunu görebiliyoruz. Bilginin insan yaşamında etkin çözümler ürettiği bilinci yerleşmiştir ancak gerçekliğe dayanan bu bilinci, simgesel kişi ve kurumlar istismar eder, çalar. Genç kadınlar, İmam Orhan’ın tacizine maruz kalırken büyük olasılıkla büyük bir korku duygusu içerisinde tutulup kalmıştı. Tacize uğrayan kadınlar korku içinde uğradığı şokla “tedavi”nin ne olduğunu anlayamamışlardır.

İmam Orhan’ın mağdurlarında görüldüğü gibi din, insanın evrenle ve insan dışı alemle ilgili duygu ve düşünceleri üzerinde etki kurar. İnsanın içinde bulunduğu devasa kozmosu kavraması pek kolay olmadığından içinde bulunduğu acizliği formüle eden açıklamaları kabullenir çünkü özel bir kavrayış geliştirmenin tarihsel birikime ulaşma, çaba ve emek harcama gibi bedelleri vardır. Dahası toplumun belli bir kurumsallaşma içinde donanımlı bir eğitim sürecini gerektirir. Din ise bir bütün olarak içinde yaşanılan kompleks evreni, insanlar için kolayca formülüze ederek açıklamıştır yüzyıllardır. Paleolotik çağdan bu yana din kurumu, insanların içinde bulundukları doğaya karşı meraklarına cevaplar bulur ama yaşanılan dünyaya dair hiçbir bulmacayı da çözememiştir. Kabile tipi toplumların kendi iç dayanışmasını sağlamak ve güç koşullara karşı savaşmak için işe yaradığına kuşku yok çünkü din, duyguları harekete geçirmede teşvik edicidir; topluluk için savaşma ve feda etme davranışına sevk eder üyelerini. Her kabilenin kendi yaşam dünyasını ve tarihini anlata mitleri vardır, bu mitler genelde doğa üstü varlıklar olarak karşımıza çıkar; doğa üstü oluşlarıyla da daha ikna edici bir rol üstlenirler. Farklı kabilelerin dünyaya yayılmasıyla birlikte, kabile için tüm gerçekliği ifade eden mitlerin aynı ortak dünyayı farklı gördüğü ortaya çıkar ve bu farkla çatışmaya neden olabilir.

Yeni Çağ’a geldiğimizde kadim zamanların bilgilerinden teşekkül edilen dinsel açıklamaların yanlışlığı ve yetersizliği ortaya kondu. Ancak bilginin dağılımı tüm insanlık için kolay olmadı. Eğitim sürecinin ve bilimin gelişiminden uzak kalan kitleler, geleneksel açıklamalarla yetiniyorlar. Bununla ilgili olarak da kendi özsel niteliğinden bağımsız olarak din gibi geleneksek kurumlar da kolaylıkla istismar edilebiliyor. Güncel dünya ile kadim bilgiler çelişiyorsa da duygusal bağlılıkların kontrol ettiği inanç evreni, zamanla katılaşmış kabullere dönüşüp insan icraatlarını etkilemekte. “Deprem işlediğimiz günahlara karşılık Allah’ın gazabı” gibi saptırıcı açıklamalar alıcı bulabiliyor. 1999’da 7,4 büyüklüğünde Gölcük Depremi’nin ardından on binlerce kişi ölmüştü, aynı yıl “siyasal bir simge” olduğu iddiasıyla devlet, üniversitelere baş örtülü girmeyi yasakladıktan sonra ağırlıklı olarak baş örtülü üniversite öğrencilerin katıldığı protesto eylemlerinde “7,4 yetmedi mi?” dövizi dikkat çekmişti. Dinlerin mitik anlatıları, dünyanın gerçekliklerini hayali tasavvurla açıklar; depremin jeolojik bir olgu oluşu bilimin getirdiği açıklamadır, din ise “Allah’ın işi” olarak açıklar. Dinsel mitler, yaşanılan gerçek dünya ile ilgili rasyonel bilgiler ortaya koyamasa da insanlar, duygusal bağlılıklarının nedeniyle bu mitlerin gerçekliğine inanmaya yatkındır.

Yabancılaşma için insani potansiyellerin heba edilmesi dediğimize göre, bu heba nedenlerinden biri de dinsel yabancılaşmadır. Yabancılaşma tek başına bir nedene bağlı olarak işlemez, birçok etkenin sonucu olarak ortaya çıkar. Dinsel yabancılaşma insanın kendisiyle bağlarını koparır. İnsan kendi failliğinin kudretini kendi dışındaki varlıklara atfettiğinden kendisini tâbi bir konumda görür, böyle olunca da fail yerine meful olur. Söz konusu tâbiyet hissinin sürekliliği güçten düşürücüdür, başa gelenlerin gerçek nedenlerini tanımaktan alıkoyar. “Kader”, “alın yazısı”, “Allah’ın takdiri” söylemleri ikna edici bir şekilde devreye girer ve boyun eğmeye varır. Kendisi boyun eğdiği için tüm doğanın ve insanlığın da boyun eğmişliği olağan bir kabule dönüşür. Bu boyun eğmişlik kendine yabancılaşmanın ötesine geçer, tüm insanlığa yani kendi türüne yabancılaşmayı da beraberinde getirir. Nasıl ki kendi yetilerini kurban ettiyse tüm insanlığın potansiyelini de ihmal eder ve olan biten yazgı ile açıklanır artık. Kendisi için kulluk kabulü ötekilerin de kulluğu anlamına gelir. Bu duygulanımlar altında faillikten bahsedilemez, dünyanın arzulandığı gibi değiştirilmesine girişmek de mümkün değildir bu konumda. Olan biten her şey “Allah’ın kader planı” olarak işlemektedir. Bu düzeydeki bir yabancılaşmışlık, özgürleşme yönelimine girişemez hatta bu dünya tamamen gözden çıkarılıp “yalan dünya”ya dönüşür. Dinsel yabancılaşma temel bir yabancılaşma olup, tüm yabancılaşma biçimlerinin en güçlüsüdür, kolaylıkla onun dışına çıkılmaz.

Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.