Aşırı futbol meraklısı olan Dursun aldı bir tanıdığım var. Dursun fanatik Fenerbahçeli. Fenerbahçe’yle yatıp Fenerbahçe’le kalkıyor. Giyimi kuşamı hep Fenerbahçe ürünleri; evinin odaları, banyosunun fayanslarına kadar evini sarı-laciverte döşeli. İş dışındaki zamanlarını da futbol maçları izleyerek yahut televizyon kanallarında futbol programları okuyarak geçirir. Gazetelerin yalnızca futbol haberlerine bakar, yorumları okur. Bütün duygulanımları ve arkadaşlıkları da benzer bir dünyaya gömülüdür. Yaşamının merkezine oturmuş bu Fenerbahçe fanatikliği, başka olanakların kaybedilmesi anlamına gelir öncelikle. Bir kere gelişebilecek bütün yetiler tek bir hevese yöneltilerek farklı yetilere açılmak mümkün olamamış olur. Umberto Eco çok haklı olarak şöyle demiş: “Futbol günümüzün en yaygın batıl inancıdır. Futbol halkın afyonudur.” Fanatik Dursun’un yaşamının daha ileri düzeyde yabancılaşmış hâllerinden beter bir dolu insan var dünyada. Futbol maçlarında tribünlere bakıldığında süslemelerden, kıyafetlere; maç boyunca koordineli hareketlere, alkışlara ve yuhlamalara bakıldığında bir tapınakta dinsel ayin görüntüsü ile benzeştirmek gayet mümkün görünür. Futbol fanatizmi ile dinsel fanatizm birçok yönden birbirine benzer ve her ikisi de önemli düzeyde yabancılaştırıcı etkiye sahiptir.
Futbol ya da diğer spor dalları günümüz kapitalizminde birer endüstrileşmiş alan. Buralarda çok büyük paralar dönüyor. Birer oyun olduğu için insanların katılımı yahut izlemenin cazibesine kapılması gayet normal. Ancak spor adı altında yapılsa da bu etkinlikler spor olmanın çok ötesine geçmiş durumda. Takım taraftarlığı biçimindeki bağlılıkların maç sonuçları dışında hiçbir tatmin sağlayıcılığı ve kişisel gelişime etkisi yok. Yaşam etkinlikleri ve sosyallik açısından çok sınırlı karşılaşmalar ve bir aradalıklar sunsa da insanın yaratıcı potansiyellerinin gelişimi açısından etkisiz. Spor adı altında yapılan bu tür endüstriyel etkinlikler, çok büyük merkezi organizasyonlar tarafından bir devlet modeli olarak işletilmektedir. Uzlaşı ve barış yerine rekabet ve gerilim üretir karşılaşmalar, maçlar savaş algısıyla oynanır; gücün ve çatışmanın dili baskındır. Hem oynayanlar hem izleyenler bu gayri insani dilin ve kültürün etkisinde gerilimli duygular içinde bu etkinliklere katılır. Bu tür bir oyun ve etkinliğe katılımın, insanın gelişim imkanını baltaladığı, zenginleştirici ufukların ortaya çıkmasını engellendiğine kuşku yok. Rekabet ve gerilim içerisinde sözde oyun oynayan bu takımlarla özdeşleşmenin getirdiği sonuç yabancılaşmadır ve kişinin enerjisinin heba edilmesi anlamına gelir.
Günümüzde spor dalları arasında en büyük kitle ilgisi futbola yönelmiş durumdadır. Futbol maçları stadyum denilen devasa büyüklükteki izleme yerleri olan yapılarda oynanır. Stadyum Roma gibi köleci imparatorluklarda egemen sınıfın eğlencesi olarak kölelerin dövüştürüldüğü yahut yarıştırıldığı yerlerdi. Stadyumların içindeki çatışma/yarışma alanına “arena” deniliyordu, günümüzde bu yapılara arena adı verilmesi tarihsel bir göndermedir bir yandan. Arenalarda köleler, izleyenleri eğlendirmek için birbirlerini öldürmek zorunda kalıyorlardı. Stadyumlar söz konusu ölümcül yarışları halkın izlemesine açıktı. Bu tutum aynı zamanda egemenlerin, egemenlerini pekiştirmek için güç gösterisinin parçasıydı. Dolayısıyla alt kesimleri kontrol altında tutmanın bir yoluydu. Portekiz diktatörü Salazar, totaliter rejimin dayanağı olarak 3F: futbol, fado, Fatima’yı[1] (Katolik dini ritüeli) görürmüş. Taraftarlığa aşırı kapılma kişinin kendi durumunu fark etmesinin de önüne geçer. İçinde bulunulan yoksunluklar ve kısıtlar, taraftarlığın körleştiriciliği nedeniyle görülmez olur. Futbol eğlencesiyle oyalananlar, siyasal kısıtların ne olduğu üzerine düşünemez. Hele hele başka bir dünyanın mümkünlüğü aklının ucundan geçmez.
Günümüzde spor adı altında yapılan bu etkinliklerin oyun olmadığı ortada. Büyük paraların döndüğü eğlence sektörü. Bu sektörde şike, doping, uyuşturucu, kara para, kumar, mafyatik ilişkiler, şiddet ve cinayetler atbaşı durumunda. Dolayısıyla bu alanları masum oyunlar olarak algılamak yanlıştır. İzleyicilerin “takım tutma” adı altında tüm duygularını ve sempatisini bu ilişkilere sarmalanması yabancılaşmışlığın bir biçimi olarak bu insanları harcayacaktır sadece. Futbolun her yerde ve kolay oynanıyor olması, medyada baskın şekilde popüler olması milyonlarca çocuk ve gencin ilgisini çekiyor ve gelecekte futbolcu olma arzuyu yaratarak zamanlarının ve enerjilerinin heba edilmesine neden oluyor. Öylesine güçlü bir emici gücü var ki kişinin özünü çekip geriye kabuk bırakıyor. Futbol sadece insanların sempatisini, zamanını ve potansiyelini çalmakla kalmıyor aynı zamanda bireylerin saldırganlık eğilimlerini tetikliyor. Bilişsel ve sanatsal yetilerin gelişerek sosyalleşme yerine, rakibe karşı düşmanca duyguların oluşumu saldırganlık gibi biyolojik güdüleri açığa çıkarır. Herhangi bir maçta tribünlerden “Ölmeye, ölmeye geldik!”, “Vur, kır, bu maçı al!” tezahüratları duymak mümkündür. Özellikle de beklentinin boşa çıkması, engellenme ve başarısızlık kolay şekilde şiddete yönelimi getirmektedir. Bu tür spor etkinlikleri aynı zamanda milliyetçilik, ataerkillik ve cinsiyetçilik gibi kabileci ve tahakkümcü tutumları besler veya onlar tarafından beslenir; dolayısıyla yakın bir ilişki vardır aralarında.
[1] Bu ifade sıklıkla İspanya diktatörü Franco için futbol, fado, fiesta olarak da kullanılmış.